Tutkulu bir yaşamın baş aktörü… Neco...


53 yıllık sanat yaşamı boyunca yalnızca başarılara değil, nice ilklere imza attı. 1967 yılında ilk canlı TV yayınını gerçekleştirdi. Üç ünlü dünya klasiğinde başrol oynayan ilk ve tek sanatçı oldu. Dünya Olimpiyat Komitesi’nden ödül alan ilk sanatçıydı. Elbette ülkemizi dış dünyada en çok temsil eden sanatçı ünvanı da ona ait…

Kendini sanatçı değil, “yorumcu” ve “sahne adamı” olarak ifade eden Neco ile, hayat felsefesi üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Çocukluğumdan itibaren tarih ve sosyolojiye hevesliydim. Bunun yanında etimoloji ve din bilimlerini de işin içine koydum. Güzel şeyleri birbirine bağlamak için bu bilgiler sebep teşkil ediyor.

Mesleğimden dolayı toplum önünde tanınan biriydim, farklı insanlarla arkadaş olma fırsatı yakaladım. Meraklı, aynı zamanda demokratik haklarını iyi kullanan bir adam olarak yurtiçi ve yurtdışında siyasi kişiliklerle çok yakın dostluklar kurdum. Önemli kişilere önemli sualler soracak kadar gazeteci, muhabir vaziyetine de girdim. Şimdi de benden sonraki nesli takip ediyorum. Yani gelmiş ve geçmiş iki neslin arasındaki adamım. Kavga etmekten ziyade insanlarla konuşmayı ve onların düşüncelerini öğrenmeyi yeğledim. Bu demek değildir ki, her devrin suyuna giden adam oldum. Zira çok önemli kişiliklerle mücadelelerim oldu.

Esas konumuz sanata gelirsek. İnsanın iki yönü vardır. İlki kendine dönük; genel kültür, bilgi, sanat ve bilim ile uğraşır durumda mı? Bunu evvela kendine sorması lazım. Diğeri; ben kimim, nerede yaşıyorum, inançlarım ne, nasıl bir ülkenin ferdiyim, ne yapmam gerek?.. Birey kendinin ve yaşadığı ortamın tanımını yapmalı. Bu soruları toplum olarak kendimize soruyor muyuz ya da sorma ihtiyacı duyuyor muyuz? Bir de 3. seçenek var. Toplum olarak hiçbir şeyin farkında değilmiyiz? Bunları mütalaa etmek lazım ki sanat ile yaşamı birleştirelim. Türkiye'de, Türk toplumunda sanatsal anlayış bugüne nasıl gelmiş, önce bunu tartışmak lazım. Yıllarca TRT’nin müzik dairesi başta olmak üzere arşivci bir adam olduğumdan yapılan sohbetlerde, toplantılarda konuşulan birçok şeyi biriktirdim. Asıl noktayı yakalamakta ne kadar zorlandığımızı gördüm. Biz sanat, kültür, genel kültür ve bilim olarak hiçbir zaman organize olamadık ki bunlardan birini yakalayalım. Mustafa Kemal “Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir” der.

Biz bunlardan hangisiyiz? Çok enteresan ama hiç birşey olan üçüncüsü. Müzik ve sanat mutlu toplulukların geliştirebileceği, zaman ayırabileceği bir olgudur. Türk toplumu ne zaman demokratik, hür, yeni buluşlar içinde bir ülke oldu. Halk önünde konserler veren bizler sanatçı değiliz. Yorumcu ve eğlendiriciyiz. Bugün dünyada “entertainer” kelimesine karşılık geliyor. Sanatçı; ressam, heykeltraş, büyük besteciler ve daha sayılabilecek üreten kişilerdir. Beste çoğaltıp bunun yanında gerekli bir takım arşivlere girebiliyorsan sanatçısındır.

Ben sadece yorumcuyum. Örneğin Zeki Müren bir sanatçıdır. Türk sahnelerinin gelmiş geçmiş en büyük rengi, muhteşem bir sanatçıdır. Ne kadar çok bestesi var ve bugün hala besteleri yorumlanıyor. Sanat Güneşi kendine has okuyuşu, duruşu ile gerçek bir sanatçıydı. Size bir anımı anlatmak istiyorum. Yıllar önce rahmetli Savaş Ay'ın programına konuk olmuştum. Küçük İbo'da konuklardan biriydi. Savaş Ay İbo’ya sordu; “Nasıl şarkıcı oldun?” “Ben çok güzel beste yapıyorum’’ diye cevap verdi. “Nasıl yapıyorsun besteleri?” sorusunu “Islıkla yapıyorum” diye yanıtladı. Dayanamadım “seni ayağımın altına alır, burada herkesin önünde bir güzel döverim, o zaman ıslıkla bağıra bağıra beste yaparsın” dedim.

Türkiye'de yetişmiş birçok besteciye hakarettir bu. O gün programın telefonları kilitlenmişti. Bugün önünüze gelen herşey medya imparatorluğunun dayatması. Onlar ne veriyorsa onu tüketiyorsunuz. Kötü bir şarkı günde 50 kere çalıyor. 51. kez çaldığında ne güzelmiş diyor dinlemeye başlıyorsunuz. Türk milletinin özü sağlamdır. Kültürüm, gelenek göreneklerim, kendime has anlayışım diyerek demokratik hak ve sorumluluklarımızla, bilim ve sanatı destekler, yepyeni bir sistem kurarsak 25 yıl sonra meyvelerini verir. Jenerasyondur bunun adı. Öyle çocuklar yetiştirmeliyiz ki öncelikle onlara Türkçe’yi öğreteceğiz. Güçlü ve birbirine inanan bir toplum olmaları için onlara tarihi öğreteceğiz. Çanakkale’ye, Dumlupınar’a götüreceğiz onları. İstanbul’un tarihini anlatacağız. Onlara Türk bayrağını ve Mustafa Kemal’i anlatacağız. Evvela kendilerine inanan bireyler yetiştireceğiz. Bu arada huzurlu bir Türkiye yaratacağız. Gelenek ve göreneklerimize sahip olarak yapacağız bunları. Üreteceğiz, kazanacağız ve dünyayla paylaşacağız. Benim hayalim bu.

Meslek yaşamınızda kısa bir özetini dinleyebilir miyiz sizden?
Mücadelelerle dolu 53 yıl geride kaldı. Mesleğe başladığım yıllarda çok kaliteli insanlar vardı. Kaliteli insanlar kaliteli işler yapıyorlardı. Sektöre yanlış insanların girmesi ile işin kalitesi de değişti. Hayatım boyunca kendi istediğim, beğendiğim işleri yaptım. Çok üzüldüğüm zamanlar oldu. En parlak olduğum zamanlarda bana iş vermedikleri, çocuklarıma süt alamadığım günlerim oldu. Tüm bunlara rağmen çok güzel bir sanat hayatı yaşadım. Yaptığım herşeyi zevkle yaptım. Yurtiçi ve yurtdışında çeşitli ödüller kazandım. 1982 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’nda Hani adlı şarkı ile ülkemi temsil ettim. Avrupa’nın Türkler’i en sevmediği yıllardı. Sonrasında olay ne hale geldi. Sadece sms’lerden milyarlar kazanıyorlar. Özelliğini, vasıflarını tamamıyle ekonomiye bağlamış bir yarışmaya dönüştü. Bizim zamanımızda heyecanlıydı, keyifliydi. O zamanlar yurtdışında Türk’ün kalitesini göstermek gerektiğine inanan, ruhsal silahları olan bir adam vaziyetindeydim. İngiltere’deki yarışmada düzenlenen basın toplantısında bir gazeteci bana soru sordu. O günlerde Arjantin ile İngiltere arasında ada meselesi vardı ve savaş halindeydiler. Gazeteci bana “çok güçlü bir donanma adaya gidiyor, sizin Türkiye’ye gelse ne olurdu” diye sordu. “Çocuğum, sen Çanakkale’yi hatırlamıyorsun galiba. O zaman donanmalarının başında Churchill vardı. Ne hale geldiğine bir bak” dedim bütün herkes yerlere yıkıldı.

Kitabınıza da değinelim mi? Neler anlatıyorsunuz?
Kitabımda çok büyük maceralar, yaşadıklarım ve yaşanmış olan yerlerin tarifleri var. 50 yılın birikimi var. 2 ihtilal, 3 muhtıra, 9 cumhurbaşkanı, bilmem kaç tane başbakan, o devirlerdeki anlayışlar, müthiş olaylar var. Neco adlı yorumcu ve sahne adamının yaşadığı zamandaki herşey var kitapta. Ve de kendimi eleştireceğim çok güzel sayfalar olacak.

Bodrum’a dair neler söyleyeceksiniz?
İstanbul’u çok iyi bilen biriyim. O eski İstanbul’u iyi bilirim. Bildiğim şehir artık bildiğim şehir değil. Yaşanması mümkün olmayacak kadar rahatsız edici bir durum bu. Yeni bir nesil çoğaldı, insanlar geldi ve böyle oldu. Ben de Bodrum’da yaşamaya karar verdim. Burda yaşamaya karar verdikten sonra 2. eşimle tanıştım ve 14 yıldır Bodrum’dayım. Havasını doğasını seviyorum. Buranın huzuru daha tabiata dönük ve burada olmaktan memnunum.