MURDOB (ŞEHR-İ MAİ)


MURDOB (ŞEHR-İ MAİ)

Bilinmeyen bir yerde ve zamanda aydınlık gökyüzü ile serin maviliklerin koruyup kolladığı bir şehir varmış. Rivayete göre o bilinmeyen zamanlardan bu yana denizden gelen ikiz kardeş yaşarmış. Tıpkı şehir gibi ikiz kardeşlerinde nereden geldiği, geçmişi bilinmezmiş. Kardeşlerden biri olan Yula (rüya ruhu) denizin maviliğini gözlerinde,güneşin sarısını saçlarında taşırmış. Yula bu şehrin suyuna, gökyüzüne ve ona temas eden canlıların ruhuna dokunurmuş. Bir gece Yula’nın ruhu bu topraklarda yetişen bir meyveye temas etmiş. O geceden sonra bu meyve tıpkı Yula’nın sarı saçları gibi parlamaya başlamış. Yula bu meyveye kendisi gibi sağlık ve ışık saçtığı için “güneş meyvesi” demiş. Daha sonra da bu isimle anılmaya devam etmiş.

Diğer bir kardeş olan Sayina (yaz mevsimi) ise güzelliği, teninin yaydığı şahane koku ile bu topraklara rengi ve zarafeti getirmiş. Gittiği her yer güzelliği ve kokusu ile dolarmış. Güneşin en parlak olduğu bir gün saçından iki tel toprağa düşmüş. Toprak bu saçı almış yerine tıpkı Sayina’nın yüzündeki pembeliğe, tenindeki kokuya denk çiçekler vermiş. Çiçek tüm şehri bir gerdanlık gibi sarmış. Sayina bu çiçeğe kendisi gibi genç ve güzel olduğu için “gençlik çiçeği” demiş.

Bir Alıntı…

Yula’nın o saf ruhunu hissediyor musun? Sanki içinde bir deniz var ve onu kucaklayan bir güneş sonrasında ise dinginlik… Güneş meyvesi işte bunu sana hissettiren. Kendini iyi hissediyorsun değil mi? İşte bu his bu toprakların bize bir hediyesi değil de ne? Sayina’yı onun o güzel zarafetini gördün mü ya da şehri saran o eşsiz kokusunu kokladın mı? Sanki hep yanında, her adımını atışında sokaklarda sana eşlik eden bir dost, bir yaren gibi. Ya o şehir… Ne güzel demişler Şehr-i Mai… Herkesi kucaklayan bir mavilik, hayatın özü… Bir o kadar da ayrı düşüren diğerlerinden, korkudan ve yoksunluktan. Ya o maviliğe bir kale gibi sahip çıkan beyaz evler, ya o pembe mor gerdanlıklar… Burada kalmak için çok sebep var. Ama gitmek de gerek. Seçim senin ya bu hisleri tamamen kucakla ya da isminin peşine düş… Seçim senin… Ama gitmek de gerek ya da…

(Bir zamanlar Şehr-i Mai`de bulunan birinin ardında bıraktığı el yazması…)

Gezgin gözlerini açtığında kendini yüksek bir yokuşun başında alabildiğine mavi deniz ve ona duvar örmüşçesine sıralanmış beyaz evlerin karsısında bulmuştu. Bu ilk defa olmuştu. Seyahat etmeden bir şehirden diğerine ışınlanmıştı. Peki burası neresiydi? Hafızasında okumalarından ya da öğrendiklerinden hiçbir iz yoktu. Peki sihirli kutu onu neden buraya göndermişti?

Gezgin ilk şaşkınlığını üzerinden atıp şehre doğru yürümeye başladı. Hava sıcaktı ama usul usul esen serin rüzgâr onu rahatlatıyordu. Yokuşu inmeye başladı. Etrafında soru soracak ne bir kişi ne de şehre daha rahat ulaşabileceği bir araç vardı. Bir süre daha yürüdükten sonra şehre yakınlaştığı noktada kulağına bir müzik sesi gelmeye başladı. Bu ses öncesinde ince bir ıslık gibiydi daha sonra ise flütten gelen bir melodiye benziyordu. Gezgin müziği dinleye dinleye şehre indi. Bu sesin nereden geldiğini bulmak istiyordu. Ama bir yandan da çok yorulmuştu. Hem bir iki yudum su içebileceği hem de dinlenip birkaç kişiyle konuşabileceği bir yer aramaya başladı. Şehrin dar ama sevimli, beyaz zemin üzerine mavi kapı ve pencerelerin sıralandığı evlerin yanından geçerken müziğin sesi daha da artıyor bir yandan da evlerin pencerelerinden sarkan pembe, mor çiçeklerin yaydığı koku onu mest ediyordu. Çok geçmeden deniz kenarına varmıştı. Karşısında denize el verircesine uzanan bir kale vardı. Az ileride ise tekneleri ve içindeki insanları gördü. Tam onların yanına gitmeye karar vermişti ki o müziği tekrar ve daha net bir şekilde duydu. Müzik arkasındaki evden geliyordu.  Eve doğru yöneldi. Beyaz evin mavi çerçeveli kapısını iki kez tıklattı ancak karşıdan cevap alamayınca içeriye usulca süzüldü. Kapının üzerinden sarkan pembe çiçekler yüzünü okşarcasına değip geçti. Evin iç avlusunda bir sandalyede oturan adamı gördü. Adam serin avlunun gölgesinde kalıyordu. Yakınlaştıkça elinde flüte benzeyen bir müzik aletini olduğunu gördü. Adamın gözleri kapalı bir şekilde müziğe kendini kaptırdığı için Gezgin’i fark etmiyordu. Kısa bir süre daha Gezgin adamı dinledi. Çok geçmeden adam üflemeyi kesti ve yavaşça gözlerini aralayıp Gezgine baktı. “Uzun zamandır bir yabancıyı bu avluda görmüyorum. Sen de kimsin? Bir yolcu mu, bir meraklı mı yoksa bir yeni gelen mi? Gezgin adamın sözlerine bir anlam veremedi. Çok geçmeden bu yaşlı,saçlarında ara ara gri ve beyazın harman olduğu gözlerinde ve alnında derin çizgilerin izlerini taşıyan adam gülümseyerek devam etti. “Kusura bakma biraz aceleci davrandım. Buralarda aşina olunmayan simalara sorulan sorulardır bunlar. Yabancısın belli. Geç otur bir soluklan, bir yudum su iç çekinme lütfen. Bana buralarda meşk gâh ya da müzik şinas derler. Ama bana seslenilmesinden memnuniyet duyacağım hitap ney gahtır. Bu yerin ve de elimdeki melodinin de sahibiyim. Senin hitabın nedir?” Gezgin adamın karşısındaki sandalyeye oturup masada duran sudan bir iki yudum aldıktan sonra cevap verdi. Benim adım Gezgin Nivtra’dan geliyorum. Adam “Gezgin mi?” Bu ne alışagelmemiş bir hitap böyle. Ömrü yaşımda buna hiç denk gelmedim. Anlaşılan sen bir yeni gelensin. Benden sana tavsiye burada kendini yolcu ya da meraklı olarak tanıt. Bu şehrin hitabı ise Şehr-i Mai’dir yani Mavi Şehir. Hitabın kaynağı ise şu önümüzdeki denizdir.” Gezgin bu adamda bir tuhaflık olduğunu en başından anlamıştı. Kullandığı kelimelerden tut, hal ve tavırları da bu yöndeydi. Tuhaftı evet ama rahatsız edici değil merak uyandırıcıydı. Bu adam bu şehrin özünü anlatıyordu. Adamdan duyacağı her cümle her ne kadar kafa karıştırıcı olsa da onda tarifi imkânsız merak uyandırıyordu.  

Gezgin çekingen bir tavırla “Ben bu yer ile ilgili hiçbir bilgiye sahip değilim. Kendimi birdenbire burada buluverdim. Acaba bana bu şehri anlatır mısınız?” Adam usulca gülümsedi ve Gezgin’e doğru eğilerek “Tabi ki anlatırım ama bunun için her geçen saate senden bir yazını alırım.” dedi. Gezgin tekrarladı. “Yazımı mı?” Adam devam etti “Evet her saat için senden üç ayını yani neredeyse çeyrek yılını alırım. Buna razı mısın?” Gezgin adamın söylediklerini gerçekçi bulmayarak başıyla onayladı. Adam “Aha! Anlaşılan sen tam bir meraklısın. Diğerleri epey bir süre düşünmüşlerdi. O halde başlayabiliriz.’’

Adam elindeki müzik aletine bir kez üfledi. Çıkan ses hem çok hafif hem de çok tizdi. Sanki birine seslenmişti. Çok geçmeden evin kapısı aralandı ve yanlarına yedi yaşlarında bir çocuk geldi. Adam Gezgin’e çocuğu göstererek “Bu çocuk benim oğlum. Senin içinde bir sakıncası yoksa sohbetimiz süresince bize melodilerini sunacak.” Gezgin ile çocuk göz göze geldi. Çocuk açık yeşil gözleriyle Gezgin’e gülümsüyordu. Çocuğun yüzünde o kadar güzel bir mutluluk vardı ki Gezgin fazla karşı koyamayıp gülümsemeye başladı. Adam yan tarafında duran küçük, kapağı eskimiş dolabın içinden sarı, avuç içine sığacak kadar küçük bir meyve ve bir dal pembe, mor çiçek çıkarıp masanın üzerine bıraktı. Tam o sırada kenarda duran çocuk adamın da tabiriyle melodisini sunmaya başladı.

Adam Gezgin’e dönerek “Bir var imiş göklerde narin, yerde derin mavi. Bir yok imiş kulaklarda sessizlik, ruhlarda gam ve keder. Her şey bir damla mavinin toprağa düşmesiyle baş vermiş…

Aniden ortalık karardı ve ardından bulutlara benzer toz pembe bir sis belirdi. Gezgin bir süre sonra kendini yol boyunca uzanan sarı sarı meyveleri olan kısa boylu ağaçların yanında buldu.