HALİKARNAS FİLOZOFU



Gregor Samsa, hani Kafka’nın “Dönüşüm”ünde böceğe dönüşen. Cevat Şakir; acı, öfke, korku, ne de en ufak bir kötü hissin olmadığı bir dönüşümle “Halikarnas Balıkçısı”na dönüşen. Bu iki zıt ve birbirini andırmayan dönüşümün benzerliği “gerçek” olmalarından diye düşünmüşümdür hep. Halikarnas’ın tüm güzelliklerinin, içinde birtakım mucizeler yeşerttiği bir adam o mucizeleri aktarmayı görev edinmiş gibidir. Dengenin ve zıtlıkların dünyasında, sıkıntılar hep güzelliklere dönüşür ya, işte böyle başlamıştır “Halikarnas Balıkçısı”nın hikayesi.
Bu yazıda bahsetmeyeceklerim, 9 dili anadili gibi bilip bu dillerde çeviriler yapmış olması; Türkiye’nin ilk turist rehberi olması; Bodrum turizmine yön veren “mavi yolculuk”ların kaşifi olması; çok yetenekli bir illüstratör olması; Anadolu arkeolojisi ve mitoloji araştırmalarının sonucunda çağdaş Batı uygarlığının temellerinin Batı Anadolu’da doğduğu düşüncesini “Mavi Anadoluculuk” fikir hareketiyle, teorilerle ilk defa savunan olması; deniz yaşantısını, deniz adamlarını, arkeoloji ve mitolojiyi kitaplarında en iyi yansıtan olması; Türkiye’ye greyfurtu getiren, Bodrum ve Akdeniz’de narenciye üretiminin oluşmasına büyük katkı sağlayan ve Bodrum’u Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinden getirdiği tohumlarla bir botanik bahçesine dönüştürmesidir. Artık bunları herkes biliyor. Bugün onun düşünme pratiğinden ve “filozof” hallerinden bahsedeceğim.
Teorisyen olmak zor zanaat mı desek? Yoksa bize zor, fikrimizi zenginleştiremedik mi desek? Fikirlerin zenginleştirilmesi aklın aktivitesiyle mi olur acaba? İnsan doğduğundan beri onu zorlayan, karar verme şansının bir lütuf olarak verildiği bir ortamda istemediği şeyleri yapmak zorunda olmanın yarattığı ikilemin tetiklediği bir süreç? Zenginlikten bahsettik ama çeşitlendiremedik, eksik oldu. Ekleyerek gidiyorum, varlık ve imkanlar; doğa ve deniz; linguistik becerinin temeli olan evde kullanılan farklı diller; ailedeki sanatçı kişiler, gibi. Herkesin çatısı olan hayatın ilk izlenimleri ama tabii ki de açıklanamayan o “ruh” olayı da var, hani doğuştan gelen bir takım özelliklerin sonsuz olasılıklarda yön bulması olayı.
Her şeyin temeli olan “felsefe” sizi iyi bir araştırmacı, tarihçi, ruh bilimci, sanatçı, mimar, öğretmen, arkeolog, dansçı, mühendis, vb. yapan mıdır? Düşünme pratiğiyle doğru orantılı örüntüleri anlamlandırma yeteneği sizi daha iyi sorgulayan mı yapmaktadır? Tüm bu pratik, ilgilendiğiniz alanla ilgili olan “bilgi”yle buluştuğunda bir Atatürk, bir Albert Einstein, bir Jean-Paul Sartre, bir Halikarnas Balıkçısı, bir Marie Curie, bir Bach mı olursunuz?
Halikarnas Balıkçısı’nı bilenleri; okuyanlar, tanıyanlar, hem okuyup hem tanıyanlar ve fikri olmayanlar olarak dört kategoriye ayırabiliriz. Onun kitaplarını okumaya başladığında, onun dünyasına girdiğinde, bir süre sonra farklı bir düşünme pratiğini kendine adapte etmeye başladığını bilen bilir. Onu tanıyan “hepimizin rehberidir”, iyi bir anlatıcı, sevgi dolu bir insandır der. Sevgi dolu kişiliği aslında onun hem okuyuculara hem onu tanıyanlara aktardığıdır. Fikri olmayanlar ise belki de en şanslıları; önlerinde açılacak bir kapı ve açılacakları bir deniz vardır.
Burada kilit olan “aktarım” devreye giriyor. Halikarnas Balıkçısı’na atfettiğimiz tüm bu güzel özellikler, iyi aktarım gücünde hayat bulduğu gibi belki birçok insanda da olan bu “aynı” özellikleri “özel” kılmayan aktarım gücünün eksikliğidir. İletişimsiz gerçekleşen her şeyin kargaşaya, küskünlüklere, yanlış anlaşılmalara mahal vermesinin “iletişim” gibi çok basit bir çözümü olduğunu bilip de uygulayamamızın “aktarım”ı önemsiz bulmamızdan kaynaklandığı gibi.
Gözlem yeteneği ve hayattaki karmaşık örüntüleri algılama becerisi, bilgi ve aktarım gücüyle birleştiğinde ortaya çıkan eserlerinde, gelişmiş espri anlayışını da fark ederek onun cümleleri arasında ilerleyiniz. Aşağıda okuyacağınız alıntı paragrafla onun dünyasında kısa bir süre kaybolabilirsiniz.
“Ufak sandalla birkaç kere limanda volta vurdum. Latin yelkeni en kolay yelkendir. Bodrum’da yerleştiğimin beşinci günü, Bodrum’dan üç mil uzakta olan Karaada’ya gitmezden önce gizli olarak Knidos (yani, Tekirburnu) gezisine çıktım. Gizli olarak diyorum çünkü bütün denizciler önce kayıkla Datça yarımadasının ucuna gitmeyi delilik sayıyorlardı. Oysa delilik değildi bu. Zoru görünce rüzgarın önüne düşecek, dantel gibi girintili çıkıntılı kıyının bir koyunda barınacaktım. Ne olur ne olmaz, birkaç gün yetecek kumanya da aldım yanıma. Büyük bir su testisini de bangaççiyaya bağladım ki, devrilip kırılmasın diye. Şafak sökerken limandan kıyı rüzgarıyla çıktım. Sağımda Salmakis ve Kaplankayası’nı, solumda da kalenin kayalarını geride bıraktım. Üç yıl önce kamışla Salmakis’te ve kale kayalarının üzerinde balık avlarken uzakta Knidos’a özlemle bakan iki Cevat’ı o iki yerde görür gibi oldum. Sonra sağımda Değirmenburnu’nun fırıl fırıl dönen değirmenleri sanki geceyi öğütüyorlardı.
Önümde Karaada’nın batı burnu kararıyordu. Oraya varınca Knidos’a on sekiz mil kalacaktı, ama on sekiz mil apaçık bir deniz. Karaada’ya yaklaşırken adanın kekliklerini duydum, bir de adanın kıyısında patlayan denizlerin fısıltısını. Pupa rüzgarla kargafunda adanın burnunu aşıp açık denizlere vardım. Kıyı rüzgarı hafiflemişti.
Açık denizde bir gün önce esmiş olan meltemin harekete getirdiği dalgaların başları pek az köpük yapan soluğanlar görünümünde yavaş yavaş inip kalkıyorlardı. Bir dalga başından öteki dalga başına belki bir çeyrek mil aralık vardı. Kayık duyulur duyulmaz ağır ağır kalkıyor, sonra usul usul yokuş aşağı iniyordu. Issız denizde bir başımaydım. Hiçbir ses yoktu, yalnız uzun fasılalarla serenin direğe sürtünmesiyle kuş gibi bir cıık, bir uçar balığın çıt diye denize düşmesi ve bir de dalga başları geçerken sönen köpüklerin fısıltısı. Asıl bu fısıltı ıssızlık ve bir başınalık yaratır. Bir başına kalan insan da engin evren ortasında, kendi kendisiyle hesaplaşır. Şehirlerde, trenlerde, otobüslerde insan kendi kendisiyle yüz yüze gelemez kolay kolay. Açık denizde her şey uzak gerilerde kalır da, insan kendini kuşbakışı görür.
Ta uzakta Datça dağlarındaki bulutlar şimşeklerle pırıl pırıl parlıyordu. Sanki zikzaklayan gelin telleriydi, yağmur da duvaklarını gezdiriyordu. Bu kötüydü, ama ilk Bodrum’a gelişimde bunun bir “yayla tepmesi” olduğunu öğrenmiştim. Güneş yükselince bir şeycik kalmayacaktı. Birdenbire uzaktan birkaç top patlar gibi gürültüler oldu. Baktım, birkaç insan boyu köpükler sütun halinde denizden kalkıyor. Ya yunus balıkları, ya tonbalıkları hopluyordu. Sütunlar bel kırıyor, duman gibi tüterek denize devriliyordu. Rüzgar alacaktı demek ve aldı da, denizde koyu maviler ürpererek yetişti. Tam meltem esiyordu. Knidos’a götüreceğine –daha içeriye- beni Mersincik’e sürükledi. Vakit ikindiydi, Mersincik’ten Kriyo burnuna –yani Knidos’a- millerce uzaklık vardı.
Kürek çekemezdim, o sert havada mendil kadar Latin yelkenle de volta vuramazdım. Rüzgarın değişmesini beklemek için Mersincik adasının karantısına demirledim. Adacık sipsivridir ve çepeçevre saran üst üste raflardan oluşur. O raflar adeta ebabil kuşlarıyla canlıdır. Onların kanatları o kadar büyüktür ki, yürüyemezler. Uçan ebabil kuşları adaya adeta kanattan bir kubbe yapıyorlardı. Bu kanat bulutuna denk olarak ada kıyıları renk renk skaros, orfoz ve perdika dedikleri keklik balıklarıyla doludur, denizaltı mağaralarına bulut bulut karagözlü kırmızı balıklar –arı kovanıymış gibi- girip çıkar. Akşama doğru rüzgar değişti. Demiri kaldırıp yelkeni hissa ettim. Sonradan “Mavi Gözlü” diye adlandırdığım adanın yanından geçtim. Adanın üzerinde büyük küçük birçok çukurlar vardır. Ağır denizler onları suyla doldurur. Aynalar gibi parlayan bu küçücük göller, adanın gözleridir sanki.
Gece ortası Knidos’a vardım. Koca burunda insan yok, in cin top atıyor. Ertesi gün ve daha ertesi geceyi orada geçirdikten sonra Bodrum’a döndüm” (Haliarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, 1961, s.202-204)
Bu yazıya bir sonuç paragrafı olacaksa, şöyle toparlayayım. Gözlem yeteneği ve bilgiyle işlenmiş hayattaki karmaşık örüntüleri algılama becerisinin tetiklediği fikirleri oluşturma aşamalarında çok başarılı olması, Balıkçı’nın en önemli ve her şeyin temeli özellikleridir. Aktarım yeteneği ise onu en “özel” kılandır. Çocukluğumdan beri hayranı olduğum bir bilge kişinin, günümüzde müdürlüğünü yaptığım Bodrum Deniz Müzesi’nde bulunan koleksiyonunun ekibimle beraber koruyuculuğunu yaptığım için gurur duyduğumu vurgulayarak, tanımayanları Halikarnas Balıkçısı’nı tanımaya davet ediyorum.
Halikarnas Balıkçısı kimdir ?
Müstesna “Şakir Paşa Ailesi”nin bir ferdi, kendinden sonra gelecek dünyaca tanınmış sanatçıların ilk halkasıdır. Kardeşleri ve akrabalarından bazıları; modern sanatın öncülerinden ve soyut sanatın Türkiye’deki ilk temsilcilerinden Fahrunissa Zeid; Türkiye’nin ilk kazıma ve oyma gravür sanatçısı ressam Aliye Berger; ilk Türk kadın seramik sanatçımız Füreya Koral, ressam Nejad Melih Devrim, tiyatrocu Şirin Devrim Trainer ve ressam Cem Kabaağaç’tır. Girit’te doğan Balıkçı, İlköğrenimini Büyükada Mahalle Mektebi’nde, ortaöğrenimini Robert Koleji’nde bitirmiş, sonrasında da Oxford Üniversitesi’nde Yakın Çağlar Tarihi okumuştur. Roma’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim görmüştür.
Edebiyat ve resim aşkı onu gazetecilikle tanıştırmıştır; çizgi romanlar, karikatürler ve kapak resimleri çizmiş, gazete ve dergilerde farklı isimler altında yazılar ve öyküler yazmıştır. İyi derecede hakim olduğu Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Almanca, İspanyolca, eski ve yeni Yunanca dillerinde çeviriler yapmıştır.
Mavi Sürgün (1971) anı kitabı; Aganta Burina Burinata (1946), Ötelerin Çocukları (1956), Uluç Reis (1962), Turgut Reis (1966), Deniz Gurbetçileri (1969) ve Bulamaç (1996) romanları; Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek (1972), Gençlik Denizlerinde (1973), Parmak Damgası (1986), Çiçeklerin Düğünü (1991), Dalgıçlar (1991) öyküleri; Anadolu Efsaneleri (1954), Anadolu Tanrıları (1955), Bodrum (Halicarnassus) (1965), Anadolu’nun Sesi (1971), Asia Minor (1971), Hey Koca Yurt (1972), Merhaba Anadolu (1980), Düşün Yazıları (1981), Altıncı Kıta Akdeniz (1982), Sonsuzluk Sessiz Büyür (1983), Arşipel (1993) düşün yazıları ve denemeleri; manevi oğlu Şadan Gökovalı’nın derlediği İmbat Serinliği (2002), radyo konuşmaları; Denizin Çağırışı (1998), Gülen Ada (1998), Yol Ver Deniz (1998) çocuk öyküleridir.